Hepinize Merhaba,
Kusura bakmayın, heyecanlıyım biraz. Nasıl hitap edeceğimi bilemedim. Eskiler okuyucular, okurlar anlamında "kariin" derler, kıraat ve Kur'an gibi kimi kelimelerin de kökü olan Arapça "kara'a" fiilinden. "Muhterem Kariîn," diye giriş yapmayı düşündüm. Aslında havalı gelmişti ama cesaret edemedim de bir yandan. Her neyse, heyecandan bunlar.
Niyetim, Nisan ayı bitmeden mektubumu yazıp yollamaktı ama biraz hassas şeylerden bahsedeceğim için bir türlü dizimi kırıp başına oturamadım yazmaya. Çoğunuz biliyorsunuz, bilmeyenler de öğrenmiş olsun, yaklaşık beş ay kadar önce annemi dönüşü olmayan yere uğurladım. Binlerce söz, binlerce düşünce, bir o kadar da anı geçti aklımdan bu kadar zaman. Bazen coşup bunları sosyal medya postları olarak yazacak gibi oldum, vazgeçtim. Anneme duyduğum özlem ve yaşadığım kayıp hissinin yakıcılığını "layklarınıza" sunmaktan utandım galiba biraz.
Kısmet burayaymış. Burada biz bizeyiz. Biraz içimi dökmeme kızmazsınız.
Annemi biraz ani kaybettik. Ne olduğunu anlayamadan bir hafta içinde ölüverdi. Neye uğradığımızı şaşırdık. Üç tane adam kalakaldık öyle. Hani "Babamdan hiç ummazdım bunu," diyor ya şair, hemen hemen aynısı diyebileceğim bir hisle kuşatıldım. Zordu, çok zordu. Görene, duyana, haber alana değil başına gelene zor tabii böyle şeyler. Ancak yaşayan bilir. Ama anlatacağım şey bu değil. Bu kayıp, bir kağıt kesiği gibi içimdeki sızılı yerini bir gün olsun daha iyiye gitmeksizin koruyor, yastan kaçılmıyor çünkü. Ölümden de kaçılamadığı gibi.
Ben biraz fazla anneci bir çocuk olarak büyüdüm. Haddinden fazla. Bayılırdım onunla vakit geçirmeye çocukken. O mutfakta işlenirken hep yanında oturur onu izler, elime bezelye ayıklamak, sarımsak dövmek gibi işler verirse onları yapardım. Hep etrafında olurdum, hep etrafımda olsun isterdim. Çok severdim onu. Herkes annesini sever diyeceksiniz, ama ben biraz fazlaca severdim. Onun uyuduğu odanın kapısını dinlerdim nefes aldığından emin olmak için. Onu güldürmek için her türlü şaklabanlığa kalkışırdım. Yeter ki gülsün, bana gülsün, benden sebep gülsün ki aramızdaki kopmaz bağ, altından bir sevgiyle çerçevelensin. Hasılı bütün çocukluğum onu kaybetme korkusuyla geçti. Çocukluğum da korkum da geçmemiş oysaki hala, bunu onu kaybedince anladım.
Aslında anlatmak istediğim şey şu. Annem benim dünyaya gözümü açtığım andan beri var olduğu için ben onu hava gibi, su gibi sonu gelmez bir şey sanıyormuşum. Bunun farkında değildim işin tuhafı. Anneler ölmez, sanıyordum, yani en azından benimki ölmez çünkü ben dünyada olduğum sürece o hep vardı, demek ki hep olacaktı da. Niye yok olsundu ki? O yokken ben nasıl var olabilirdim zaten? Toprak olmadan çiçek, su olmadan balık olur mu? Benim için ezeldi o, ebede kadar var olması icap ederdi şu halde. Öyle değilmiş ama. Bu kadar basit bir gerçeği bile bilmiyormuşum meğer. Bu denli saçma sapan, çocukça bir şeye hakikaten inanıyormuşum. Belki de zihnim böyle oyalamış beni kırk beş yıldır.
Annem varlık alemindne göçünce bir yakınını kaybedenin hissettiği her ne varsa tecrübe etmenin yanı sıra yepyeni bir duyguyla da tanıştım. Geçmişim yok olmuş gibi hissediyorum artık. Yani belleğimin onun olduğu bütün o yılları içeren kısmı bir donanım arızası yüzünden silinmeye, "bad sector" hatası vermeye başlamış gibi hissediyorum. Geçmiş, gerçekte geçip kaybolmamış da anem ölünce erişilemez bir uzaklığa kaçıvermiş sanki. Kendi anılarım da dahil olmak üzere, aileye, akrabalara, Bandırma'ya, ağaç ve bitkilere, yemeklere, şarkılara dair her türlü bilgi annem giderken onları da yanında götürmüş gibi eksiliverdi zihnimden.
Okula çok küçük başladığımdan sınıf arkadaşlarımdan bir-iki yaş küçüktüm bütün tedrisat hayatım boyunca. Çocuk aklımla arkadaşlarıma -belli ki ezilmemek için- 80'li değil de 78'li olduğumu söylerdim. Epey büyüyene kadar da sürdürdüm bu yalanı. Çünkü hiçbir yalan bir günlük değildir, öyle değil mi? Sonra peşini bıraktım tabii 78’li olmanın. 80'liyim diye doğrusunu söyledim hep. Oysa şimdi birilerine 84'lüyüm desem kim bilecek? Annem de yok nasıl olsa, düzeltemez, işin doğrusunu bilen kimse de yok. Yalan söylediğim için vicdan azabı duyacağım biri de. Anlatabiliyor muyum? Kendi hayatıma dair tüm ayrıntılar anlamını yitirdi onu kaybedince. Annem öldükten sonra ben herhangi biri, sokaktan geçen, otobüste, metroda göz göze gelince gözümü kaçırdığım, birlikte bilmem ne kuyruğunda beklediğim, umumi tuvalette yan yana bevlettiğim herhangi biri oldum. Biri oldum. Oysa o varken anılardan, deneyimlerden, hayata dair bir sürü bilgiden oluşan bir "ben"dim. Çünkü onun varlığı beni o ben yapmaya, olmaya itiyordu. O yaşarken ben, ben oluyordum. Şimdiyse biri oldum, birisi. Anlatmak, anlaşılır kılmak ne zormuş bu hisleri. Bir türlü beceremiyorum.
Vefatından sonra bir sürü bürokratik işle uğraştım. Ölüm kalana diyorlar ya, dosdoğru bir söz. Bir bürokrasi ıvır zıvırı için nüfus kayıt örneği almaya girdim e-devlete, annemin yanında "ölü" yazıyor. Bir zoruma gitti ki anlatamam. Sanki annem o anda ölmüş gibi. Kocaman "ölü" yazıyor. Devlet artık resmen hükmetmiş onun bir vergi mükellefi, bir seçmen olmadığına. Ben artık bir ölünün oğluyum adlı adınca. Bunun ne demek olduğunu şöyle anlatayım. Sanki varlığımın, benliğimin yarısı da onunla ölmüş gibi hissediyorum.
Kolunu, bacağını kaybeden insanların hayalet ağrıları olurmuş. Olmayan kol ağrır, kesilmiş bacak deliler gibi kaşınırmış falan. Annemin yokluğu bir uzvumun (kafam? kalbim?) kaybı gibi. Boşluğu var yalnızca. Kafa Dergi'ye yazmıştım o ay, ölüm meğer bir boşluğun cisim kazanmasıymış diye. Tam olarak öyle kalakaldım. Hala annemin olduğu yer ağrıyor, sızlıyor. Hayalet ağrı, hayalet annem. Amma kızardı ona hayalet dediğimi duysa.
Bazen tüm kalbimle ölümden sonra bir yaşamın olduğuna, annemin taparcasına sevdiği ve bir daha hiç göremeyeceği torununa oradan beyaz elbiseleri ve apak, mütebessim yüzüyle bakıp izlediğine inanmayı istiyorum. Ama çok zorlamama rağmen annemin varlığının sonsuza dek yok olduğu gerçeğinden başka bir şeye inanamıyorum. Annemi bir çukura gömdük, ondan kurtulmak ister gibi ve her şey orada bitti. Çünkü manevi varlığı yok olmuştu ve geride bıraktığı bedenden gerçekten kurtulmamız gerekiyordu. Bu işin doğası bu. Korkunç ama maalesef öyle. Bandırma'ya gömdük onu. Bandırma'nın toprağına karışacak annem şimdi. O çok sevdiğimiz şehre. Benim annem Bandırma oldu artık.
İçinizi kararttım biliyorum, ama ilk metkubu anneme ayırmasam, biraz iç dökmesem olmazdı, mazur görün. Tatlı bir şey anlatarak bitireyim. Annem şeftaliyi çok sever ama asla dokunamazdı. O yüzden ben ne zaman Bandırma’ya gitsem illa pazardan şeftali alır/aldırır ve muhakkak bana soydurup yerdi. Buradan bir fikir geldi aklıma. Annem artık toprak olduğuna göre ona bir ağaç dikebilir, çiçek ekebilirdim. Dedim ki kendime, şunun mezarına bir şeftali ağacı dikeyim de yiyemediği o şeftalilere kavuşsun. Ne bileyim, dalından düşen şeftaliler sularını toprağa akıtırlar, onlar da annemin orada eskiyen kalıntılarına ulaşır, belki kabir ziyaretine gelenler de bir iki tane yerler. Sevaptır derler hem. Anneme son bir şeftali kıyağı yapayım. Güzel olmaz mı?
Gerçi şeftali kısa ömürlüdür, on yaşından sonra meyve vermez çoğunlukla. Erik daha iyi bir fikir olabilir. Belki eriğe dalar çocuklar, annemin hatırası tatlı tatlı gıdıklanır.
Sonraki mektupta görüşürüz.
bir kelime
Daha önce çok yerde, çok kere anlattım. Arapçada fiiller %98-99 oranında üç sessiz harflik köklerden oluşur. K-T-B fiilinden türemiş kitab, mektub, kütübhane, katib, mekteb örneklerini veririm genelde de. Fakat mühendis sözcüğünün kökü olan "hendese"yi bir türlü üç harfe düşüremediğim için kendimi yiyordum. (Ne dertler var!) H-N-D mi? N-D-S mi? Yok, bir türlü olmuyor. Derken bir iş için Şemseddin Samî'nin Kamûs-ı Türkî'sini karıştırırken bir şeyle karşılaştım. Meğer "hendese", Farsça "endaze" sözcüğünden mustaribeymiş. Mustaribe Araplaşmış, Arapçalaşmış demek. Endaze ise bizim aşina olduğumuz bir sözcük. Cumhuriyetin ilanından sonra kaldırılan eski ölçü birimlerinden biri endaze. Hemen hemen dirsekten (orta) parmak ucuna kadarlık, yaklaşık altmış santimlik bir uzunluğun adı. O da Farsçada endahten fiilinden türemiş. Endahten atmak (ing. to throw, fr. jeter) demek. Çünkü tarihi uzak mazilere kadar giden (uzunluk) ölçü birimlerinin hemen hepsi bir şeyler atmakla belirlenmiş. Taş atmak, ok atmak, adım atmak vs. "Bir endaze" ölçüsünde ok atan biri herhalde çok başarılı bir okçu sayılmaz tabii. Ama yine de ok ve yayın uzunluk ölçüsü, bir nevi cetvel olduğu bir geçmişten geliyor olmak bana ilginç geliyor. Böylece hendeseyi de çözmüş oldum. Bu arada "Fransızcası jeter'dir," dediğim yere bir ek. Şimdiki nesillerin pek bilmediği bir sözcük de bu Fransız fiilinden geliyor: Jeton. Bir atımlık kullanım sağlayan metal sikke.
neler yapıyorum
- Töre'yle yaptığımız Geri Dönüyoruz podcast'imizin 1. kitabı Kafka Kitap'tan çıktı: Geri Dönüyoruz - Mitoloji ve İnanç. İkincisini hazırlıyoruz şimdi. Onun da teması dil ve yazı olacak.
- Ercüment Ektem Talu'nun eserlerini bulup, aktarıp, yayına hazırlayıp günümüz okuruna sunma çalışmalarım devam ediyor. Gemi Arslanı ve Asriler romanlarını neşretmiştik Yakında iki kitap daha çıkacak.
- Şemseddin Sami'nin Esatir (Mitoloji) kitabını Latin harflerine aktardım ve sadeleştirdim. Töre de ona bir sürü güzel resim buldu, bir de önsöz yazdı. Çok geçmeden onu da teslim edeceğim.
- Sherlock Holmes'in "A Study in Scarlett" kitabını çevirdim. Ama Victoria İngiltere'sine has bu hikayeyi ben de tam o zamanın Türkçesine çevirdim. Yoksa neden binlerce Sherlock Holmes çevirisi varken ben oturup bunu çevireyim, değil mi?Biraz eskice bir dil kurmaya gayret ettim, edebi ve polisiye değerini eksiltmemeye çalışarak. O da önümüzdeki günlerde Epsilon'dan çıkacak.
- Ve gelelim fasulyenin faydalarına. Bir romana başladım. Hayatımın en zor romanı bu olacak sanırım. O kadar karışık ki anlatmaya cesaret edemiyorum. Belki sonraki mektuplardan birinde bahsederim biraz. Özetini şöyle yapayım: bir sözlük-roman olacak. Ne demek bu diye sormayın, inanın nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum. Becerebilirsem bittiğinde tam olarak ne kastettiğimi hep beraber göreceğiz.
ne okudum - izledim - gördüm?
- İstanbul Ansiklopedisi'ni izledim. Esaslı bir hayal kırıklığıydı. Dünyevi arayışlar peşinde koşarken hayatın kalbe dokunan manevi detaylarını kaçıran seküler karikatüründen çok sıkıldım. Bir de doksanlarda falan geçiyormuş gibiydi her şey. İstanbul'a geldiği için başörtülü olduğundan kızcağıza herkes yadırgayan, yargılayan bakışlar atmış falan. Öyle bir İstanbul nerede var acaba? Bir de mini etekle, askılı bluzlar giyerek git bakalım, bakışları o zaman konuşalım. Hala, erkeklerin yaptığı işlerde kadın bedeni üzerinden böyle sözüm ona siyasi tartışmalar kotarılmasından, araya sinsice mesajlar sokuşturulmasından yıldım. Şu kadınları bir kendi haline bırakın artık ya. Başörtülüsünü de piercinglisini de bir salın. Başka dizi konusu kalmadı memlekette bir süredir. Üstelik burada her şey aşırı yapay, kötü ve kastiydi. Oyunculuklar da pek göz doldurur cinsten değildi işin aslı. Bazı sahnelerde öylesine abartılıydı ki yeni nesli tabiriyle “cringe” ile doldum. Neyse, eksik kalmadım, izlemiş oldum.
- 1922 diye bir Yunan filmi izledim (YouTube'da var altyazılı olarak). TRT'nin yaptığı Kurtuluş dizisini (Rutkay Aziz'in Atatürk, rahmetli Savaş Dinçel'in İnönü olduğu) izlerken aklıma geldi. Bu kadar kahramanlık, fedakarlık, mücadele ve debdebeli bir zafer acaba karşıda nasıl anlatılıyor diye merak ettim. Chat GPT'ye sordum Yunanlılar Büyük Taarruz mağlubiyetini okulda ve kültür sanatta nasıl anlatıyorlar diye. Onunla sohbet ederken o önerdi bu filmi. Hakikaten işin öbür tarafına bakmak açısından güzel ve acıklı bir deneyim oldu. Türkler tabii ki aşırı barbar resmedilmişti yine. Ama yaşanan travmaya öbür taraftan bakmak açısından iyiydi. Kanlı sahneler, katliamlar yok filmde ama savaş ve darlık zamanlarına karşı çok hassas bir kalbiniz varsa izlemeyin yine de. Dido Sotiriou'nun Benden Selam Söyle Anadolu'ya kitabı vardır bir de böyle. O da güzeldir. Orijinal dilindeki adı Kanlı Topraklar'mış o romanın da.
- Müsameretname'yi okudum. Emin Nihat Bey'in eseri. Türk edebiyatında öykünün ilk örneklerinden sayılıyor. Bana sorsalar ben Türk Decameron'u derdim. Eğlenceli, sürükleyici bir kitap. Dili de çok güzeldi. Bir sürü söz not aldım defterlerime.
- Osmanlı’nın Üç Harflileri diye bir kitap okudum. Beklientim biraz daha yüksekti sanırım ama beğendim yine de. Böyle şeylere merakınız varsa derli toplu, heyecanlı bir inceleme.
- Hürer Ebeoğlu’nun Mahya İblisi romanını okudum. Çok eğlenceli, yaratıcı, neşeli ve özgün bir kitaptı. III. Osman dönemi İstanbul’unda camilere asılan mahyalarla korsan yayın yapmaya başlayan, “Kul olma, İnsan ol!” falan gibi şeyler yazan çok orijinal bir karakter bu iblis. Bir iblis değil tabii, insan. Adı iblise çıkmış. Belki biraz daha eski lisana hakim bir editör elinden geçse daha devleşecek bir romanmış ama olsun, bu haliyle de ben epey sevdim. Geçen sene gittiğim Ankara Kitap Fuarı’nda Bilgi Yayınevi’nden sevgili Mesut Örs hediye etmişti, sağ olsun. Meraklısına tavsiye ederim romanı. Yazarın diğer kitaplarını da okuyacağım.
🥲💔yazı çok güzel sonuna kadar okudum 🙌💐
Bir 78'li ve ana kuzusu (bitişik yazılmadığına emin olmak için TDK'ya da baktım :) ) olarak tadı damağımda kaldı Mahir üstadım.. Geri Dönüyoruz'un tüm bölümlerini soluksuz dinlemiş, Babil Kulesi'ni okumuş, Tatil Kitabı'nı okumakta olan biri olarak, yüzyüze tanışıp kitaplarını imzalatmak için sabırsızlanan biriyim. Nice Mektuplarına 🤚✊🧿